BİR CİNAYET ÖYKÜSÜ - Nilufer.ist
1376
post-template-default,single,single-post,postid-1376,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-theme-ver-7.7,wpb-js-composer js-comp-ver-4.7.4,vc_responsive
 

BİR CİNAYET ÖYKÜSÜ

17 Nis BİR CİNAYET ÖYKÜSÜ

İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayet öyküsünü 

okumak isterseniz bence en güzeli Kırmızı Pazartesi’dir. 1982 Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel García Márquez’in 1981 de yazdığı romanını en son Can Yayınları yayınlamış.

‘Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız’ cümlesiyle edebi tarzını özetleyen Gabriel García Márquez, yaşamı boyunca yaşadığı kasaba ve Güney Amerika’da gezdiği yerleri, tanıdığı insanları kitaplaştırmıştır.

Kitaplarından özellikle Yüzyıllık Yalnızlığı,  Yaprak Fırtınasını ve Kırmızı Pazartesi’yi okumalısınız.

Kitabın en başında öldürüleceği bilinen Santiago Nasar’ın kahramanı olduğu roman bilinen sonuna rağmen sürükleyici bir roman. Flash backlerle dönüşler yapan yazar kişilerin farklı bakış açıları ve farklı düşünce  yapılarını gözler önüne sererek tek bir gerçeğin; ki kitabın sonunda gerçekliği şüpheli hale geliyor, algılanışındaki zıtlıklara dikkat çekiyor.

Halen 84 yaşında olan yazar geçirdiği lenf kanseri sonrasında inzivaya çekilmeye karar vermiş ve edebiyat dünyasına duygulu hatta biraz pişmanlıklarla dolu birazda nasihat edici bir veda mektubu göndermiş.

‘’ Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.

Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayerte ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla çardım. Tanrım eğer bir kalbim olsaydı nefretimi bunun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlayarak. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde … Artık ölebilirmiyim?’’

Yine Gabriel García Márquez’in sözüyle veda edelim.

* Bitti diye üzülme, yaşandı diye sevin*

Yorum Yapılmamış

Yorum yap
CAPTCHA

*

Başa Dön